Bekle beni henüz ölmedim, ölüler arasında değilim.
Döneceğim.
Gece gibi korkunç bakışlı,
Bir baykuşun gözlerinde,
Dönüşümü,
Bekle…
“Gız Fatooo, Fatoo gıız…”
“Ne var besse, ne bağırisin sanki gafasına daş düşmüş gapı iti gibi…”
“O oğlana söle türkü sölemesin”
“Gız anam niye, sahan ne zararı var?”
“Kör olasın ayağım oyuna gidi…”
“Sus anam sus, gosgoca garının densüzlüğüne bağ…”
Dut ağacında türkü söyleyen ben henüz on yaşındayım ve nenem cennet mekân Fatma Hanım’la Besime nine arasında geçen bu konuşmaya şahit olunca yüzümün kızardığını ve çok utandığımı fark ettim.
Konumu ve insanları, insanlarının yaşadığı aşkları kitaplara konu olmuş, türküler yazılmış şehrin aynı özelliğini taşıyan sokağının çocuğuyum…
Birbiri ile iç-içe kilitsiz kapıların sabah ezanından gece yarılarına kadar açık olduğu ve kapı önü sohbetlerinin;
“Gız anam yarın gavurma yapik, işi olmayan gelsin…”
“Herif tomates getürecek, salçalık ihtiyacı olan sölesin. Arabaya ayrıca mesarif edilmesin”
“Bulgurcu bizde olacağ, herkes bulgurluk buğdasını hazırlasın” Ya da
“Erişte keseceğük, yarın bizim damda toplanık…”
Sözleriyle imecenin,
“Fatma abla, Ali amca ATATÜRK’ü görmüş anlatsana…”
“İkinci Rus işgali ve seferberlikte yaşadıklarınız…”
Fatma ninadan Sait amcanın Harput’taki Ermeni göçüyle ilgili anılarıyla tarihi,
Oğul, Yemen Türküsü, Saray Yolu, Kışlalar, Kar mı Yağmış, Gara Erük ve benzeri türkülerin hikâyeleriyle birlikte icrasının yapıldığı Efsunlu Sokağın Gezer ailesine yılbaşı hediyesi, birçok Elazığlı gibi ebe Seher’in eline doğmuş o şehrin çocuğuyum.
Büyüyecektim, yaşayarak öğrenecektim acıları, sevgiyi, vefayı, vefasızlığı ve görecektim DOST ve RİYA yüzleri.
Her şeye rağmen o iyi insanlar o güzel atlara binip çekip gittiler. Kimisi iki meleğin avuçları arasında ve gözlerinden süzülen yaşlarda…