Sizlere “Bir insanın yeryüzündeki kazancı, elde ettiği serveti nedir diye bir soru sorsam nasıl bir cevap verirsiniz sevgili okurlarım?
Altınızdaki pahalı arabanız, ikamet ettiğiniz akıllı konutlarınız mı?
Yoksa bankadaki kabarık hesabınız, yaprakları gıcır gıcır çek defteriniz mi?
Nedir hepimize lazım olan servetimiz.
Veya mütevazı evlerimizde çoluk çocuğumuzla hanımımızın pişirdiği suyu helal, tuzu biberi helal, yağı salçası helal bir tas çorbamız mı?
Bizler için hangisi daha değerli hangisi daha kutsal?
Allah bizi alın teriyle kazanılmış helal soframızdan mahrum eylemesin.
Ve o Yüce Allah bizleri arımızdan onurumuzdan mahrum eylemesin.
Benim kendime has bir söz sözüm vardır.
Derim ki!..
“Çocuklarıma bırakabileceğim en büyük miras şahsiyetimdir”
Nokta…
***
1970’li yıllardı.
Gencecik bir devlet memuruyum.
Övünmek gibi olmasın ama şehrin yarısını tanıyor ve o derecede seviliyorum.
Çok geniş bir arkadaş ve tanıdık çevrem var.
Devlet kapısında kendisine yer bulamamış bir lise arkadaşıma rastladım. Hal hatır sorumundan sonra söz döndü dolaştı benim aldığım maaşa geldi. Arkadaş bana “Ne kadar maaş alıyorsun?” deyince aldığım maaşı söyledim o zaman bezim aldığımız maaş yedi yüz lirayı bulmuyordu.
Bana yahu bu maaşla geçinilir mi? dedi şaşırmıştım.
Bu adam işsizdi. İşsiz bir adamın çalışan bir memurun maaşını beğenmemesi de neyin nesi diye düşünürken arkadaşım devam etti.
“Bak sana bir teklifte bulunacağım. Biz resmi dairelerde iş takibi yapıyoruz ehliyet alanlara, rapor alanlara yardımcı oluyoruz ve çok da iyi para kazanıyoruz. Senin çevren geniş bizimle iş yap maaşının iki katını üç katını kazan” dedi.
Donup kalmıştım.
Bir insan yaptığı namussuzca bir işten övünç duyar mı?
Yaptıklarıyla nasıl iftihar eder?
Bu adamda hiç utanma, arlanma, onur ve şahsiyet gibi kavramlar yok mu?
Demek ki yok…
Bir an durakladım.
“Bak arkadaş ben yaptığı hırsızlıkla, namussuzlukla iftihar eden bir tek seni gördüm” dedim ve yoluma devam ettim.
***
Bunu neden yazdım biliyor musunuz sevgili okurlarım?
O resmi bugünkü bir çerçeveye koyarsanız değişen bir şeyin olmadığını görürsünüz. Görüncede ne demek isteğimi anlarsınız.
Çünkü günümüzde de yaptığı sahtekârlıklarla iftihar edenler veya bu sahtekârları destekleyenler var.
Demek ki aynı hamam aynı tas değişen hiçbir şey yok.
***
O halde ne yapmamız gerekiyor sevgili okurlarım?
Sizi bilmem ama ben Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun o muhteşem “Üç Dil” şiirinin arkasına sığınacağım.
Üstat diyor ki!...
***
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Ana avrat dümdüz gideceksin
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde düşünüp rüya göreceksin
En azından üç dil
Birisi ana dilin
Elin ayağın kadar senin
Ana sütü gibi tatlı
Ana sütü gibi bedava
Nenniler, masallar, küfürler de caba
Ötekiler yedi kat yabancı
Her kelime arslan ağzında
Her kelimeyi bir bir dişinle tırnağınla
Kök sökercesine söküp çıkartacaksın
Her kelimede bir tuğla boyu yükselecek
Her kelime bir kat daha artacaksın
***
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Canımın içi demesini
Canım ağzıma geldi demesini
Kırmızı gülün alı var demesini
Nerden ince ise ordan kopsun demesini
Atın ölümü arpadan olsun demesini
Keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur demesini
İnsanın insani sömürmesi
Rezilliğin dik alası demesini
Ne demesi be
Gümbür gümbür gümbürdemesini becereceksin.
*
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Ana avrat dümdüz gideceksin
En azından üç dil
Çünkü sen ne tarih ne coğrafya
Ne şu ne busun
Oğlum Mernus
Sen otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusun.
*///*